İki hafta kadar önce, sevgili Cemal Sataloğlu’nun nazik teklifi ile başladık bu yola. O günden beri iyi bir başlangıç yapma arzusu ile derin derin düşünüyorum:
Nereden başlasam diye…
Bir yanda tüm dünyayı pençesine almış bir pandemi illeti; ülkemin insanlarını perperişan etmiş, bir yanda sağlık ve yaşam savaşı verirken birer birer yitip gidiyor sevdiklerimiz; bir yanda yıllardır süren ekonomik sıkıntılar almış başını gitmiş, insanlar işsiz, insanlar aç, insanlar çaresiz…
Nice ekonomik krizlerden çıktık aslında: ikiz kuleler mi yıkılmadı, Asya – Rusya krizleri mi desem, yoksa sentetik enstrümanların sermaye piyasalarını alt üst etmesi ya da parite savaşları mi desem? Evet, bunların her birini son 20 yıl içerisinde derinlemesine yaşadık. Hele bizim gibi hassas dengede korunmaya muhtaç ekonomiler bu saydığım küresel krizleri en derin boyutu ile yaşadı.
Ancak insanlar bu krizleri evinin orta yerine yangın düşmüşçesine yaşamadı. Elbette satın alma gücümüz düştü, elbette sektörel bazda daralmalar, işsizlik ve önemli ölçüde gelir kayıpları yaşadık ancak uzun vadede ekonomik unsurlar birbirini besleyerek, dengeledi.
Diğer bir deyişle, bu boyutta ağır bir sosyo-ekonomik depresyon tablosu ile ilk defa karşılaşıyoruz.
Sosyal Devlet İhtiyacı…
Pandeminin ilk günlerinden itibaren, girdiğimiz bu süreci tanımlayabilmek adına kendime küçük notlar alıyorum. Sizlere bu yazıyı hazırlarken onları da karıştırmak istedim. İlk tespitim, belki de ‘ilk olumlama ihtiyacım’ demek gerekir, dünyada sosyal devlet anlayışının hızla yükselmesi gerektiği yönünde oldu. Çok boyutlu ve bireysel olarak savaşmanın sonuç getirmeyeceği ağır kaotik tablolarda devlet, vatandaşlarını korumak, bireyin yaşam döngüsünü, sağlık ve ekonomik sürdürülebilirliğini sağlamak adına somut önlemler almalıdır. Devlet bu güvenin tesis edilebilmesi için 1. Derecede sorumlu olandır ve varlık sebebi budur. ‘…mış’ gibi yapmadan, vatandaşın işini, aşını, bütünüyle yaşam hakkını teminat altına alması gerekir.
‘Çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlayan ve gerektiğinde her türlü sosyal koruma yolları ile de desteklenen adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.
Herkesin gerek kendisi gerekse ailesi için, yiyecek, giyim, mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil ol
mak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkânlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde güvenliğe hakkı vardır.’
Böyle diyor Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi. Hem de bunu 1948 yılında diyor.
Tabi kapitalist düzen bu söylediklerimizle taban tabana zıt bir anlayış içerir. Eşitlik yerine, gücün edinimlerini korur ve destekler. Bir anlamda gücü teşvik eder, özendirir, ayrıcalıklandırır. Bizim gibi gelir dağılımında uçurum olan toplumlarda kapitalizm, hele bir de vergi adaletsizliği ile pekiştirilirse, düşük gelirlinin mağduriyeti tam anlamıyla tescillenmiş olur.
Peki, kim bu düşük gelirli?
TÜİK verilerine göre, asgari ücret ve altında bir ücretle yaşamını sürdürmek zorunda olan işçilerin sayısı 7,5 milyon (tüm ücretli çalışanların yüzde 38,3’ü) civarındadır. 3,3 milyon işçi (tüm ücretli çalışanların yüzde 17’si) asgari ücretin altında bir ücretle çalışmaktadır. Asgari ücretin yarısından daha az ücretle çalışan işçi sayısının da 1 milyona yakın olduğunu da üzülerek hatırlatmak isterim.
Türkiye’de asgari ücretin yüzde 20 fazlası ve altında ücret alan işçilerin sayısı 9,7 milyondur. Bütün ücretli çalışanların yüzde 50’ye yakını bu kapsamdadır. Ücretli çalışanların yüzde 64’ü ise (12,5 milyon işçi) asgari ücretin altı ile asgari ücretin biraz üstü arasında bir ücret elde etmektedir.
Avrupa ülkelerindeki veriler ile karşılaştırdığımızda durumun vahameti iyice ortaya çıkıyor. Örneğin Hollanda, Danimarka, Belçika gibi Kuzey Avrupa ülkelerinde asgari ücretle çalışan kişi sayısı toplam çalışanların sadece yüzde 3’ünü oluşturuyor. Almanya’da bu oran yüzde 5, Fransa’da ise yüzde 8. Yunanistan’ı da söyleyeyim de şaşkınlığımız biraz daha artsın: sadece yüzde 4.
Türkiye açısından, bakmakla yükümlü olduğu kişileri de tabloya ekleyecek olursak, toplumun yüzde 80’inin yukarıda belirttiğimiz bu mağduriyetin bir parçası olduğunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Üstelik daha kayıt dışılara değinmedik bile…
Sorun belli, çözüm belli…
Toplumun tüm birimleri ekonomik sürdürülebilirlik kaygısı içerisindeyken, tespitlerimiz aslında çözümü kendiliğinden ortaya koymuş oluyor: acilen kamu odaklı, güçlü bir sosyal devlet anlayışının benimsenmesi gerekmektedir.
‘Vatandaş, devlet yardımlarını ‘lütuf’ olarak değil , ‘hakkı’ olarak alacaktır’ sözleri 25 Temmuz 2020 tarihindeki 37. Cumhuriyet Halk Partisi kurultayında Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu tarafından açıklanan ‘İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’nin, bu kapsamdaki sosyal devlet anlayışının en açık ve en etkili ifadelerinden biridir.
Halkın yanında, onun çaresizliklerine çözüm bulan her konuda eşitlik ve adaleti savunan bir yönetim biçimi, er ya da geç kaçınılmaz olandır.
‘Ezilen halkı anlamak için komünist, sosyalist, solcu, sağcı, ateist ya da dindar olmak gerekmiyor… İnsan ol yeter!’
Ernesto Che Guevara’ya saygıyla”